Suriye’nin Akdeniz kıyısındaki Lazkiye, Cebele, Baniyas ve Humus’la kıyı şeridi arasında kalan Alevi Dağı’nda Esad ailesinin de çıktığı Kardaha gibi yerleşim yerleri başta olmak üzere çatışmalar çıktı. Bu çatışmaların yeni rejimle bağlantılı selefi çeteler ve doğrudan yeni rejime bağlı güvenlik güçlerince bastırılması sırasında şu ana dek bine ulaşan sayıda ve ezici çoğunluğu Arap Alevisi sivil yurttaş öldürüldü.
Sözkonusu olaylar Suriye’nin geçici devlet başkanı Ahmet Şara’nın Idlip’ten çıkıp oniki günde Şam’dan Esat’ı kovarak rejimi değiştirdiği Aralık ayı ortalarından bu yana karşılaştığı en ciddi sınama. Şara’nın bu imtihanı nasıl vereceği hatta verip veremeyeceği, yeni bir Suriye’nin kurulup kurulamayacağı konusunda önemli bir gösterge olacak.
Derhal bir sonuç çıkarmak, özgüvenli varsayımlarda bulunmak için olaylar henüz çok taze, henüz tam olarak ne yöne evrileceği belli değil ve elimizdeki veriler de yeterli değil. Ancak yaşananların çapına, kayıp sayısına ve yayıldığı alana bakarak bunları küçümsemek de hatalı olur. Aksine, bu olanları “pogrom” olarak nitelendirmek yanlış olmaz.
Sosyal medyadan ahiren paylaştığım kısa değerlendirmede değindiğim üzere olayların yeni güvenlik güçlerinden bir devriyenin Cebele’de pusuya düşürülmesiyle patlak verdiği anlaşılıyor. Eski rejime sadık bazı muharip unsurların bir “cephe gerisi” harekâtı için planlama ve hazırlık yapmış oldukları da görülüyor.
Burada bir tezgâh mı var? Tezgâh varsa Suriye dışı devlet aktörleri işin içinde veya arkasında mı? Eski rejim unsurlarından da cinayetlere karışanlar oldu mu? Bunlar gibi sorulara kesin yanıt veremiyoruz.
Şara’nın ve HTŞ çatısının da özellikle Orta Asya’dan, Kafkasya’dan gelmiş cihatçı muharipler başta olmak üzere silahlı kuvvet üzerinde mutlak hakimiyet kuramadığı açık. İntikam ve yağma gibi ilkel güdüler de adaletten önce geliyor.
Bu kanlı manzara karşısında feveran etmek haklı insancıl tepki olsa da, sonuç alıcı bir siyasal tutum değil. Meselenin bizim açımızdan gelip dayandığı yer sanırım şu: Ahmet Şara gibi bir islâmcı; selefi geçmişine, IŞİD ve El Kaide’yle yol yürüdüğü cihatçı deneyimine rağmen veya bunları aşarak yeni Suriye’nin kurucu önderi olabilir mi? Olabilecekse, onun kuracağı “yeni Suriye” neye benzer, bu devletten hayır gelir mi?
Bir kere elde mevcuttan başka seçenek olmadığı baştan teslim edilmeli. Herhalde izahtan vareste olması gerekecek diğer veri de bu tür iç çatışmaların dışarıdan müdahaleyle durdurulmasının ancak doğrudan alana girerek mümkün olduğu, dolayısıyla bunun da yani zorla barış kurmanın da bir seçenek olmadığı.
Şara’nın kurucu liderlik kapasitesi konusunda ise inanmakla ikna olmak arasındaki fark önemli. İkna olmak için geçecek sürenin ne kadar uzayabileceğini kestirmek için de, söylemden öte eylem ve tutum odaklı değerlendirme yapmak herhalde daha doğru.
İnançlar, varsayımlar, temenniler üzerine strateji kurmanın ise balçık zemine inşaat yapmakla aynı sonucu vereceği akılda tutulmalı.
Sil baştan bir devlet kurmanın, hele bunu 2011’den bu yana devam eden böylesine yıkıcı ve kapsayıcı bir iç savaşın ardından gerçekleştirmenin bugünden yarına olamayacağı ortada.
Yukarıda dikkat çektiğim olumsuz taraflarının karşısında Şara’nın 2017’den sonra TSK’nin çevresini savunduğu Idlip mıntıkasında gösterdiği yönetim performansı örnek olarak bir Taliban idaresindeki Afganistan’dan çok farklı ve genel hatlarıyla olumlu ayrışıyor.
Bugünkü Suriye’ye dışarıdan bakılarak bir vaka analizi yapıldığında yegâne çözümün önce azınlıkların tespiti, sonra her bir azınlığa anayasal statü tanınması ve nihayet her azınlığın sınırları yine anayasayla belirlenecek kendi özerk yönetim bölgelerine ve ortak Suriye yönetiminde de belirli konumlar için kotalara sahip olmaları gibi -işte o şimdiki moda tabirle- bir “paradigma” sanıyorum oldukça demode. Hem Suriyelilerin böyle bir talepleri, iradeleri de yok.
Burada önemli olan yeni Suriye’de ortak bir ulus kimyası, tılsımı, alaşımı ortaya çıkıp çıkmayacağı. Daha doğrudan ve basitçe ifade edilirse, ortada yanıt bekleyen sorular: Suriye diye bir devlet var mı, olacak mı? Suriyeli kimliği nedir? Suriye yurttaşlığı ne demektir? Farklı kimlikler yeni Suriye yurttaşlığı ve onun getireceği haklar ve ödevler içinde karşılıklarını bulabilecekler mi?
Başka deyişle Suriye’de aranan ortak anlatı, ortak geçmiş,geçmişin tarihleşebilmesi. Hatta bunun içine yine ortak hurafeler ve ortak hafıza da dahil edilebilir. Unutma ve yüzleşme de yerine göre benimsenecek, kimi yerde birbiriyle çelişecek yöntemler olarak Suriyelilerin ve Şam’daki yönetimin önünde duruyor.
Dolayısıyla Suriye’den söz ederken Ankara’da dillere pelesenk edilen ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğü kavramlarının alandaki karşılıkları henüz netleşmiş değil. Bir toprak parçasının “vatan” niteliği kazanması kolay olmuyor. Siyasal çözümler de hiçbir zaman tarihsel, demografik, etnik meseleleri tarafların tümünü tam anlamıyla tatmin edip, hepsinin şikayetlerini giderecek biçimde aşmıyor.
Dikkat edilirse en ayrıntılı etnik köken vb. haritaları, ya mandater ya kolonyalist devletlerce, kendi yönettikleri ülkeler için hazırlananlar. Fransa zamanından kalan resmi haritalarda da Dürzi, Alevi vb. devletçikleri öngörülmüş. Öyle ki “Türkler, Türkmenler, Türkomanlar” ayrı ayrı sınıflandırılmış. SSCB’de Stalin’in özellikle Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya yönetsel yaklaşımında benzer izler görülüyor.
Sudan bir başka örnek olarak akla gelebilir: Orada Hristiyanlarla Müslümanların iç savaşıyla Güney Sudan kurulmuştu. Kurulur kurulmaz da Güney Sudan’da bugün yeniden alevlenen Dinka-Nuer etnik iç savaşı başlamıştı. Bölgedeki çatışmaların tarafları Nil halkları, Sahraaltı halklar ve Araplar; konar-göçerler ve yerleşikler; hayvancılar ve çiftçiler gibi farklı biçimlerde tasnif edilebilir.
İklim değişikliği, yeraltı zenginlikleri, su kaynakları, jeostratejik konum, komşuların ve bölgesel iddiası olan devletlerin çıkarları gibi unsurlar da resme eklenebilir.
Nitekim, bugünkü Suriye’de Fırat’ın doğusunda ABD destekli SDG bölgesi var. Burası ülkenin tahıl ambarı olduğu gibi küresel olmasa da ulusal önemi haiz petrol yatakları da orada. Dürzilerin yoğun olduğu sınırdaş bölgeden İsrail kendine bir tampon yaratma çabasında ve Şam’ı da top menziline almış durumda. TSK denetiminde cepler olduğu gibi, Ankara’nın doğrudan desteğini alan SMO unsurlarının HTŞ ve yeni Şam rejimiyle ne denli uzlaşabildiği de belirsiz.
Suriye’de devlet kurmanın temeli olan “şiddet tekelini” yeni rejimin eline geçiremediği görülüyor. SDG içindeki çoğu PKK mensubu yabancı unsurlar gündemde tutulurken bu yazıda sözkonusu pogrom suçunu işleyen Uygur, Özbek, Çeçen vb.yabancı muhariplerin akıbeti konu edilmiyor. SDG denetimindeki kamplarda tutulan aralarında Avrupa’dan gelenlerin de olduğu IŞİDçilerin ne olacağı bir başka sorun. Esad’ın devrilmesinin baş kaybedenleri Rusya ve İran’ın eski rejime sadık muharip unsurları araçsallaştırmaları da tabiatıyla imkân dahilinde.
Türkiye sayıları beş milyona varan Suriyeli sığınmacıya evsahipliği yapıyor. Bu durumun tek sorumlusu da Erdoğan’ın hatalı dış siyaseti. Bu sığınmacıların tamamını içerme, bizden kılma imkân ve kabiliyetimiz var mı? Yahut elimizde başka seçenek yoksa bugünden hangi adımları atmalıyız?
Siyaset geleceğe bakarak yapıldığına göre ayna karşısında kendimize çekinmeden sormamız ve üzerine düşünmemiz gereken sorulardan kaçmamalıyız. Erdoğan’ın benimsediği kutuplaştırıcı, ayrımcı ve baskıcı tutumun yansıması olarak ülkemizin güncel iç durumu, ulusal çıkarlarımızı gereğince korumamız için uygun ve yeterli ortam sağlıyor mu? Yanıt bulmamız gereken temel soru bu. Bence yanıtı da erken seçim sandığında.
Namık Tan kimdir?
Namık Tan, eski Washington Büyükelçisi ve Dışişleri Sözcüsü, 28. Dönem CHP İstanbul Milletvekili'dir.
|